Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Aralık 2009 Çarşamba

BİRAZ DAHA LOS VIVANCOS



























Yazımdan sonra yaptığım konuşma ve yazışmalarda sanki daha fazla detay isteniyormuş gibi geldi bana :)

Daha fazla detay için buraya bir tık yeterli.

Sonrasında tık tık tık tıklayıp tıklamayı bırakamayacağınızı düşünüyorum :)

Vidoyu izleyiiin, galeriyi geziiin,biografileri okuyuuun :)

29 Aralık 2009 Salı

LOS VIVANCOS


Tarih : 27.12.2009
Yer : Cemal Reşit Rey Konser Salonu
Olay1 : Flamenko Dans Gösterisi

Tarih : 28.12.2009
Yer : Nane Şekeri’nin Evi
Olay2: Nane Şekeri Bloguna geri döndü

İlk olayın gerçekleşmesi ikinci olayı tetiklemiştir…

Bu yazıdaki tüm kişi ve kişiler gerçektir.Sahiden Los Vivancos gerçek miydi???

Bilemiyorum öyle bir gösteriydi ki hala büyüsü içindeyim. Neresinden başlasam? Nasıl anlatsam?

İzlediğim gösteri tam anlamıyla bir sanat eseriydi ama bu sanat eseri dans mıydıııı dansçılar mıydıııı hala tam karar veremiyorum açıkçası…

Öncelikle grubu oluşturan İspanyol abiler ( abi dediğime bakmayın aslında her birinin birer ay parçası, bildiğimiz lokum ve başka gezegenden gelmiş ürünler olduğunu kastediyorum ) muhteşemdi.2 saatin nasıl geçtiğini anlayamadım bile ( sadece ben değil eminim kimseler anlayamadı. Anladığımızdan da buna inanmak istemedik saloncak hepimiz).

Zaman zaman dansların, dansçıların büyüsüne öyle kapıldım ki solo gösterileri bitip diğer koreografiye geçiş zamanında alkışlamayı unutup çevredeki alkışlarla kendime geldim.

Bu İspanyol abiler (abi diyorum yine ama siz ne demek istediğimi anlıyorsunuz artık :))sadece dans etmiyorlar enstrüman da çalışıyorlar. Kısaca hem çalıp hem oynuyorlar :)

Arkada güzel ve güçlü sesi ile şarkı söyleyen bir hatunceğiz vardı.Bu fazla mesai ile üretilmiş, üzerine itina ile çalışılmış dansçı arkadaşların gölgesinde iken bir ara solo için sahneye çıktı.Allahımm!!! o da ne! Hatun taş gibi bir de hem söylüyor hem oynuyor!Abileri unutup kadına hayran olduk bu sefer de saloncak hepimiz.

Grubun en güzel yanlarından birisi de öyle dans edip sahneden ayrılmadılar. Enerjilerini herkese öyle güzel ilettiler ki anlatamam. Dansları sırasında seyirci ile diyalogları da çok başarılıydı. Gösterinin sonunda abiler sahneden inip salonda bir tur attılar yüreciklerimiz hop hop etmek suretiylen heyecan bastı saloncak hepimizi :)

Bu kadar subjektif yorumdan sonra biraz da grubu tanıtıcı bilgilere geçeyim. Tanıtım broşürlerinden aldığım bilgiler:

“Eğer şahinin yazgısı göğün en yükseklerine uçmaksa, bizim yazgımız da birlikte dans etme” diyen Los Vivancos çocukluklarından bu yana hep birlikte dans eden yedi kardeşten oluşuyor. Los Vivancos üyeleri küçükken ailelerine yaptıkları gösterileri birlikte gittikleri Barselona Dans Konservatuarı’yla profesyonel alana taşıdılar. Okul sonrası bir süre solo kariyer sürdüren kardeşler ayrı ayrı da başarılı çalışmalara imza attılar.Eğitim hayatları Madrid’den Londra’ya ,Vancouver’dan Hollanda’nın ünlü Bale Tiyatrosu’na uzanan Los Vivancos üyeleri 2004’de bir araya gelip Los Vivancos’u kurdular.

Los Vivancos… Bağlılık Yemini… Okuma yazmayı bile öğrenmeden enstrüman çalmaya başlayan, aynı kanı taşıyan, falmenko ateşiyle sahneleri yakan 7 yakışıklı kardeşin dans yenimi!”

İşte tanıtım broşüründe anlatılanlar da böyle.

Bitmesin… Bitmesin… bitmesin diyerek izlediğim bir gösteriydi. Büyülendim, bayıldım, hayran oldum, hala etkisindeyim :)

Bir yerlerde rastlarsanız mutlaka izleyin diyebileceğim bir gösteriydi…


8 Aralık 2009 Salı

TURKUAZOO



















Turkuazzoo’yu gidip göreli bir süre oldu ama düşüncelerimin hepsi o kadar olumsuzdu ki hemen fikirlerimi paylaşmak istemedim. Kızım Nane Şekeri bir dur hele soluklan, sakinleş sonra yazarsın dedim kendi kendime.

İyi ki de öyle yapmışım. Şu anda düşünüyorum da bazı noktalara fazla kendi penceremden bakmışım ve acımasız davranmışım. Bu görüşlerim farklı bakış açıları ile anlatılabilirken bazılarında kesinlikle ilk duyduğum öfke aynı şiddetle devam etmekte ve hep devam edecek gibi.

Oysaki
ne kadar büyük bir hevesle haber vermiştim ilk açılışını.

Böyle ağırlıklı olumsuz ifadelerle başladığım Turkuazzoo gezi yazımın detaylarına hemen geçiyorum.

İstanbul Bayrampaşa’da Forum Alışveriş Merkezi alanlında alışveriş merkezine girmeden ziyaret edebileceğiniz bir yer.

Organizasyon zayıflığı nedeniyle ilk sorun bilet almak için oluşturulan sıra(sızlık) ile başladı. Neyse uyardık ve sorunu çözme konusunda iyi niyetle hareket etti personel.

Ziyaretçi profilini kendimce iki gruba ayırarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

1.Sualtından zevk alan ama bu canlı türlerini ilk kez görecek ziyaretçiler

2.Deniz ve su alemine ilgili ve bu konuda bilgili ziyaretçiler


1.Sualtından zevk alan ama bu canlı türlerini ilk kez görecek ziyaretçiler:


Televizyonda ya da fotoğraflarda gördüğünüz ve yakından nasıl göründüklerini merak ettiğiniz canlıların en temel olanlarını bu şekilde topluca görmek keyifli, hatta heyecan verici olacaktır. Hele çocuklar için unutulmaz :)

Pek çok tatlı ve tuzlu su canlı örneklerini görebiliyor ve fotoğraflarını ( kadrajda yakalayabildiğinizde ) çekebiliyorsunuz. Çok hareketli oldukları için ve makinem çok yeterli olmadığından ben istediğim sonuçları elde edemedim.

Balıkların sınıflamaları zayıf yapılmış ve kalabalık nedeniyle uzun uzun inceleme ve okuma fırsatını bulamayabilirsiniz.

Ama yine de müren, vatoz köpekbalığı, denizyıldızları… gibi canlıları yakından görmek keyifli olacaktır.

En keyifli alanlardan biri de üzerinden balıkların geçip gittiği bir tünelden geçmeniz.Ben daha geniş ve uzun beklerken yurtdışında böyle bir akvaryumu gezen arkadaşım Turkuazoo’daki tünelin gayet başarılı ve daha uzun olduğunu söyledi.Bu yorumu sizinle de hemen paylaşıvereyim burada :)

Ama kalabalığa dikkat! Saygısız insan grupları tadınızı kaçırmasın.Kendileri fotoğraf çekerken kimseyi yaklaştırmayan ama gezerken orada fotoğraf çekilip çekilmediğine dikkat etmeden sizin önünüzden geçiveren bir den çok insanla karşılaşabiliyorsunuz.Benim davranış bozukluğu olarak adlandırdığım bu durum öfkemin asla azalmayacağı ve aklımın hala alamadığı örneklerden ilkidir.Gözünüzün içine baka baka geçen insanlar(!) ya da kadrajınıza rahatlıkla elini uzatanlar!!!


2.Deniz ve su alemine ilgili ve bu konuda bilgili ziyaretçiler:



Eğer siz de benim gibi bu gruba dahil iseniz dikkatle bu bölümü okuyup bu aktiviteye para verip vermemeyi iyi düşünmenizi önereceğim.

Turkuazoo’daki canlıların %95 nin içini dışını iyi bildiğim için canlı türleri açısından beni heyecanlandıran bir yenilik beklemiyordum. Ben daha çok büyülü bir ortam, güzel bir sistematik ve güzel bir gezi parkuru umudu ile gitmiştim ama önceden özetleyeyim izlenimimi tam bir hayal kırıklığı içinde çıktım, verdiğim paraya çok acıdım.

Öncelikle girdikten sonra sizi belli bir akış ile gezeceğiniz sıralamayı bekliyorsunuz ama alan o kadar kötü düzenlenmiş ki tuhaf bir karmaşa karşılıyor sizi.

Sonrasında havuzların içersindeki hayvanların çeşitlerinin bilgilendirme zayıflığı ve bu bilgiyi sunmalarındaki başarısızlığı görüyorsunuz. Havuzların daha yüksek bölümlerine bu bilgiler konabilir ve balıkların önündeki birikmeden dolayı arkada kalanlar bilgileri okuyabilirler öylece bakıp bakıp “bunların hepsi balık” bakışı atmazlar havuzlara.

Sonrasında balıkları biraz yakından incelediğinizde hırpalanmış, kuyruk ve sırt yüzgeçleri hasarlanmış olarak görmektesiniz. Sebebini tam çözemedik transport sırasında olmuş olsa onların önce tedavisi yapılıp sonra sergilenmeli. Bizim bu konudaki teorimiz, yapılan havuz ortamı ile hayvanların uyumsuzluğu ya da strese bağlı kendilerini saklamak isterken havuzda hasarlandıkları.

Nasıl strese girebilir ki bu hayvanceğizler öyle değil mi?Hemen söyleyeyim.İnsanlar akvaryum tanklarına vuruyorlar!Hatta bir adam sırf çocuğu görsün diyeymiş bir ahtapotu yuvasından çıkarmak için bir süre aralıksız akvaryum tankını yumrukladı!!!! Düşünebiliyor musunuz akvaryumu yumruklamak! Bu, bırakın öfkemin geçmesini düşündükte daha da arttıran bir durumdu. Bir süre şaşkınlıktan bişey diyemedim ama sonra lafımı çaktım.

Hemen ortama geri dönüyorum. Havuzlardaki tüm bölümler yapay. Bu da ilgi çekici değil. Arkadaşımın evindeki resif akvaryumunu da görünce insan evde böyle güzel bir şey yapabiliyorken burada neden yapılamamış? Diye düşünmeden edemiyor.

Gezerken kötü hazırlanmış parkurun bir azizliği olarak kafanızda gezip görmediğim bölüm kaldı mı diye düşünmek zorunda kalıyorsunuz.

Biz atladığımız bir yer olmadığına karar verip çıkarken köpek balıklarının ekolojik dengedeki yeri ve önemini gibi önemli, bilgilendirici bir konuyu büyük bir heves ve inançla anlatan arkadaşın karşısındaki dinleyici profiline gözüm ilişti. Buraya banlar koymuşlar bu bilgileri ziyaretçiler dinlerken kullanabilsin diye ama bu bankaları konuyla değil de yorgunluklarıyla ilgilenen teyzeler işgal ettiği ve çocuğa da sırtlarını döndüğü için ilgilenenler ayakta bir kalabalık oluşturmak zorunda kalmıştı. Alanın plansızlığına bir örnek daha…

4 kişi gezdik ve hepimiz sonunda aynı görüşteydik. Zaman kaybı oldu bizim için.

Şimdi yakınlarda daha büyük ve yenisinin açılacağını duyarak onu ziyaret etmeye karar verdik.

Küçük bir öneri daha… Mümkünse hafta içi gidin, aksi halde kabalıkla karşılaşıp, zorunlu bir sevgi yumağı oluşturmanız gerekebilir :)


Çektiğim fotoların açıklamaları…

Foto1:Vatoz köpekbalıkları

Foto2:Havuzların görünüme bir örnek ( bu en iyilerinden biriydi)

Foto3:Denizyıldızı. Yalvarıyor gibi di mi? İnsanlar denizyıldızlarını ellerine alıyorlardı ve bunun onlara zarar verdiklerini hiç düşünmüyorlardı :(

Foto4:Müren kardeşler :)Müren balıkları toplu halde

3 Aralık 2009 Perşembe

YENİ AY


Ben de nihayet gittim, gördüm salgın serimizin ikinci bölümünü.

Öncelikle ilk filmden daha çok özenildiğini ve daha güzel olduğunu söylemeliyim. Yeni Ay, kitapların içinde depresif yönü en yüksek ve en durağan olanı ve film de doğal olarak bu nedenle ilkine göre daha durağan. Bu noktada uçan vampirler falan bekleyenler var ise biraz hüsrana uğrayabilirler.

Film, çok abartılmadan bir aşk hikâyesi olarak düşünülerek izlenirse daha mantıklı olur diye düşünüyorum. Öyle fazla anlamlar yüklemeye, vampirler aslında şöyle, kurt adamlar böyle olmalı yaklaşımı filmin tadını kaçıracaktır.

Filmde Edvırd ve Ceykıp ay parçalarının ne kadar göz doldurucu olduğunu bir kez daha tanık oluyorsunuz :)

Bana ilginç gelen, dikkatimi çeken sahneleri de belirtmek isterim. Ceykıp kardeşceğizimin ( bakın üstüne basaaa basa kardeşim diyorum burada sonradan başka şeyler düşünülmesin hakkımda : D) Bella kızımız motosiklet kazası geçirdiğinde müdahale sahnesindeki görüntüsü çok hoştu.

Edvırd’ın Bella’nın öldüğünü sandığı sahnedeki görüntüsü çok komikti, bir süre sonra Edvırd’dan “Nayııır!!!! Nolamaaaaz!!!” demesini beklemedim değil :D

Bana göre en göz dolduran sahnelerden ve karakterlerden bir Volturigillerden Aro idi. Çok başarılı bir seçim olmuş. Bir taraftan Aro’nun susuzluğunu giderme isteği ile mücadelesi, diğer yandan özel yeteneklere olan merakına yenik düşmesi, bu arada zarafetinden hiç bişey kaybetmemesi ama aniden ortaya çıkan psikopat yanını oyuncu süper verebilmiş. Bayıldım.

İzleyici profiline bakmamız da keyifli olacak diye düşünüyorum. Çünkü nerdeyse bütün salon yanında “Bu filmin neresi hayranlık uyandırıyor?Benim burada işim ne?” diye etrafa bakan Y kromozomlu arkadaşlar ve onların yanında “Allahım bunu bile anlamıyor” diye bakan fazladan X kromozomlu arkadaşlarla doluydu :) Hatta yanımdaki kızın erkek arkadaşı Edvırd’ın nasıl olup da gün ışığında bazen parlayıp bazen parlamadığını sordu (mantıksız gelmiş işte :)).Kız da böyle bir soruyu nasıl sorabilirsin ses tonuyla “Çok basit , diğerinde güneş ışınları direk geliyordu burada değil!cık..cık..cık” şeklinde yanıt verdi :D ben koptum :D

Film çıkışında da sus pus erkekler ve film yorumlarını havalarda uçuran hatunlar şeklinde bir tablo vardı :) Genelde kız arkadaşlarıyla da geldikleri için ( iki tane erkek yoktu valla gruplar içinde ) erkekler kendilerine yakın bulabilecekleri kimseyle yorumlarına girişemediler :)

Özetle, seriyi takip edenlerin izlemesini önereceğim, ama izlemeyenlerin ilk olarak bu seriden başlamasını önermeyeceğim . İlkine göre konu olarak daha durağan olmasına rağmen ilk filme göre daha güzel çekilmiş.

Bana kalırsa izlemeyen ama neresinden başlasam nasıl yapsam diye merak edenler var ise eğer tamamen içine dalmak istiyorum bu akımın derseniz önce kitapları okuyun sonra filmleri sırasıyla izleyin. Yok, bana film yeter derseniz filmleri de mutlaka ama mutlaka sırasıyla izleyin.

Keyifli seyirler…

1 Aralık 2009 Salı

HEZİMET

Bir şeyler oldu son zamanlarda bana. Yemek yapmak istediğimde elimden pek de iyi şeyler çıkaramaz oldum.

Önce beşamel sos sıralama karışıklığı ile başlayan bu durum en son Çikolatalı Beze yapma hamlem ile devam etti.

İlk yaptığım yemeğin yaprak sarması olduğuna güvenerek her yaptığım ilk denemenin istenen sonuca ulaşacağını da bilir(i)dim.

Geçen gün de ilk kez çikolatalı beze yapmaya karar verdim. Ekledim, çırptım, karıştırdım malzemeleri ama öyle kıvamlı bişi olmayıp, küçük parçalar halinde şekillendiremeyince ben de yaratıcılığımı kullanayım bari deyip tepsiye bütün malzemeyi döküp fırınladım.

Hayalimde tepsinin içinde kabaran kocaman bir beze var :)

Ama sonuçta fırından çıkan mamul pek öyle olmadı. Evdekilere yedirince babam” Nane Şekeri, bu gayet güzel bişey (!) olmuş ellerine sağlık” dedi. Annem ise “Aaa bak ne güzel ıslak kek gibi olmuş çok lezzetli “dedi ben karşılarında sinirden tepinirken.

Düşünsenize kıtır kıtır beze yapmak istiyorsunuz ve benzediği şey “ıslak kek”!!!!

Benim de mi genlerimle oynandı? Ben de mi genetiği değiştirilmiş bir Nane Şekeriyim? Nerede benim topraklarından dünyanın en ünlü aşçılarının çıktığı memleketimin doğal genlerim?

Ama pes etmedim şu beze olayını tekrar deneyeceğim bakalım bu sefer yola beze yapmak için çıkıp sonuçta mantı kıvamında bir şey mi yapacağım?

Deneyip göreceğiz…

Neyse bu sefer de kimse zehirlenmedi hane halkımdan çok şükür :)

Not: Bildiğiniz, denenmiş beze tarifiniz varsa insaniyet namına bana yazınız n’olur.Ben hep böyle denemelerle ailemin ve çevremdekilerin sağlığını daha fazla tehlikeye atmak istemiyorum :)


26 Kasım 2009 Perşembe

25 Kasım 2009 Çarşamba

GÖÇEBE



37 farklı dilde 40 milyondan fazla satan "Alacakaranlık" Serisinin yazarı Stephenie Meyer'den aşk ve heyecan dolu bir roman daha…"


Stephenie Meyer, görkemli zihnini ve ruhunu kullanarak karanlık hikâyelerini inanılmaz bir aydınlıkla okuyucularına sunuyor. Kahramanları ne kadar büyük acılar çekse de, Meyer hikâyelerini ışık ve umutla doldurmayı çok iyi beceriyor."Orson Scott Card, Ender Serisinin Yazarı


"Harika, yaratıcı, özenli ve güçlü bir roman. Göçebe'yi okuyacakları uyarıyorum: Bu kitap sizi ele geçirecek, saatlerce elinizden bırakamayacaksınız. Son kelimesine gelene kadar aklınızdan çıkmayacak. Stephenie Meyer, kahramanlarını ve hikâyesini, Stephen King ve Isaac Asimov karışımı bir usta gibi ahrmanlamış."Ridley Peason, Beşikteki Flüt'ün Yazarı


"Büyüleyici, tutkulu ve eşsiz bir psikolojik gerilim. Stephenie Meyer, Göçebe'yle 'çift karakterli olmak' tanımına yeni ve şaşırtıcı bir anlam yüklüyor."Katherine Neville, Sekiz'in Yazarı


Nane Şekeri'nin Yorumu :


Stephanie Meyer’ın Alacakaranlık serisinin haricinde yazdığı bir kitap.Etrafımda kitabı okurken pek çok kişinin yorumundan bu kitabın da serinin devamı olduğu sanıldığına tanık oldum.Tamamen bağımsız konusu ve işlenişi olan bir kitap.

Göçebe’nin serisi yok tek bir kitap.

Dünyanın ve birbirimizin kıymetini tüm insanlığın bilmediğine karar vermiş, bari bu güzel şeyleri biz kullanarak nasıl iyi şeyler yapabileceğimizi gösterelim isteği ile dünyayı istila eden ruhlar var bu kitapta.

İnsan bedenlerini ele geçirip insanların ruhunu çıkarıp kendileri içine girerek gelişmiş teknolojileri ile birlikte bizim gezegenimize yerleşiyorlar. Onların yaşamında kötülük, sevgisizlik, değer bilmezlik, saygısızlık ve para yok.Birbirleri ile son derece uyum içinde yaşıyorlar.Avcı olanları dışında da savaşmak ile uzaktan yakından hiçbir ilgileri bulunmayan canlılar.

Bu arada tam olarak tüm dünyayı ele geçiremiyorlar onlara hala direnen insanlar da olunca etraf o kadar da güllük gülistanlık olmuyor tabii.

Bütün bunlara ek olarak yeni bir bedene yerleştirilen ruh , eski ruhtan tamamen kurtulamayınca işte o zaman başlıyor macera.Bir bedende birbirinden farklı iki ruh yaşamak zorunda kalırsa neler olur?

Okumak lazım :)

Yolculuklar, kalabalık ortamlar için okuması gayet uygun bir kitap. Yer yer konuyu fazla irdeleyerek fazla vakit harcatıyor okuyucuya. Alacakaranlık serisi kadar dinamik bir kitap değil. Fakat yazar bu kitapta da mükemmel, nerede ne yapmasını, ne söylemesi gerektiğini bilen sevgililer ( daha doğrusu mükemmel erkek) yaratmak konusunda çok başarılı. İlk seri ile tek bağlantısı da bu zaten :)

Keyifli okumalar…

24 Kasım 2009 Salı

2012



Filmin gösterime girdiği gün koşa koşa gittim büyük bir görsel şölen izlemeyi umarak. Ama umduğumu bulamadım.

Elde bu kadar konuşulup, tartışılan bir konu varken bu kadar sığ ve yetersiz bir film çıkarılamazdı bana göre.

Ekşın yapalım demişler tam yoğunlaşırken “aaaa ama duralım biraz başkanımızı övelim onu kahraman gösterelim” demişler tam buna odaklanırken “durun durun biraz aşk ekleyelim”adımına geçiveriyorlar ama ama hani romantizm diyecek oluyorsunuz “size bu kadarı da çok kardeşim şimdi sırada sonradan kıymet bilen bir aile babası ve onun ailesi üzerine eğilme zamanı” diyerek büyük bir kahraman yaratmaya çalışıyorlar.

Özetle, klişe belli başlıkları sıralayalım ama bunu nasıl sıralarsak sıralayalım fark etmez diye anlamsız bir akışı var filmin.

Görsel yanlarını da pek etkileyici bulduğumu söyleyemeyeceğim. Ekibimizden 2 arkadaş filmden gerildiklerini, benim ne durumda olduğumu sorduklarında”gayet sakin bir şekilde niye ki?” diye sordum, cevap şu oldu “ ama Nane Şekeri dünya yıkılıyor senin umurunda değil” :)

İnsanın elinde böyle konuşulan bir konu olur da hiç mi gizem, hiç mi heyecan katmaz? Katmamış işte.Biraz kehanetlere, olayların gelişimine , bu konuya olan itiraz ve inançlara değinselerdi keşke.Havada kalıyor bir sürü şey.

Film bitip salondan çıktığımda da hangi filme gittiğim konusunda bile düşüncelerimde bir etki yaratmamıştı.

Tek söyleyeceğim, benim film izlemeye gittiğim ekibim süperdi. Uzun zamandır göremediğim sevdiğim arkadaşlarımı görmek o akşama dair elle tutulur tek şeydi.

Keyifli Seyirler…

23 Kasım 2009 Pazartesi

GÜNLERDİR NERELERDEYİM BEN?

Bundan 2 hafta önce grip oldum, hemen koştum doktorumuza. Doktor, reçetemle birlikte bir de istirahat yazdı ve ben de hafta sonumu uslu uslu yatarak geçirdim evimde ve haftaya zımba gibi başladım.

Hastalıktan eser yok!

Canavar gibi bünyem sildi süpürdü mikropları derken tam bir hafta sonra hiçbir belirti göstermeden küt diye yatırdı beni.

Bu kez beni hastane paklar diye attım kendimi acile. Doktordan en domuzundan bir hastalık teşhisi beklerken doktor muayene sonucunda normal bir grip geçirdiğimi kısa sürede tekrarladığı için de istirahat ve hafif ilaçlarla geçirebileceğimi söyledi. Hiç telaş yok, gayet sakin sakin konuşuyor benimle.

Bu arada ben kendimi telaşlandıran şeyi doktora söyleyiveriyorum. İştahım yok!

Evet, benim o dillere destan bitmek ve gitmek bilmeyen beni hiiiç terk etmeyen iştahım kayıp, yok ortalıklarda!

Doktor, bunu duyunca içeriğini sonra okuduğumda gördüğüm ilaç türlüsüne benzer bir serum hazırlatmış ve beni hastanede 1 saat yatırdı ve uzun bir süre istirahat önerdi.

Ben de nerede olduğunu bulamadığım iştahımı arar vaziyette evde yattım durdum.

Enerjimi azaltmasın diye bilgisayar ve TV den uzak durarak bol bol okudum ve önümüzdeki günlerde burada paylaşmak üzere bir kitap listesi yaptım :)

Benden şimdilik haberler bu kadar, sizler de iyi bakınız kendinize…

20 Kasım 2009 Cuma

PEK YAKINDA!!!!!...




Hastalıktan kurtulmuş ve yeniden burada olabilmeyi umut ediyorum :)


4 Kasım 2009 Çarşamba

DOMUZ GRİBİ TOPLANTISI




Internette tırım tırım tırımlarken gördüm ben de bu gerçeği :)

3 Kasım 2009 Salı

İTİRAF EDİYORUM, BEN DE BİR DOMUZ GRİBİ FIRSATÇIYIM












Domuz gribi salgını nedeniyle bir sürü sektör patlama yaptı.

El dezenfektanları, koruyucu sabunlar…

Kefir mayası stokları tükenmiş, yokmuş ortalıkta.

Zencefil, ıhlamur… kuyrukları oluştu aktarların önünde.

Şu meyveleri yemeden olmaz, bu sebzeleri tüketmeden hayatta kalınmaz içerikli yazılar ve yayınlar havalarda uçuşuyorken ben nasıl bir fırsatçılık yapıyorum bu durumdan hemen söyleyivereyim.

Ellerimi yıkamayı iyice abartarak!!! :)

El yıkama düşkünlüğümü sürekli normal boyutlarda tutmak için çabalayan anneme, “Aman Nane Şekeri ikide bir ellerini yıkayıp durma” diyen arkadaşlarıma ve el yıkamanın hastalık boyutlarına varabileceğini bilerek uzun zaman yanımda el dezenfektanı taşımamaya özen gösteren kendime rağmen gittikçe kontrolden çıkan bir el yıkama seansları zinciri yarattım kendime son günlerde.

Yoooo sakın öyle domuz gribi paranoyasına kapıldım sanmayın. Yok, öyle bişi. Ben bundan yararlanıp kendi paranoyak davranışım olan el yıkamama geri döndüm. Şimdi kimseler de bişey diyemiyor ya ben de işte burada domuz gribi fırsatçılığımı gösterip ha bire yıkıyorum ellerimi :)

İşi iyice abarttım, geçen gün işyerindeki masamı, bilgisayarımı, telefonumu acebağ musluğun yanına taşısam daha mı az zaman kaybeder ve daha mı fazla ellerimi yıkayabilirim planları yaparken buldum kendimi.

Bu düşüncemi henüz kimse ile paylaşmadım. Ne dersiniz sessiz mi kalayım? Talep mi edeyim?

Bilemedim?????



2 Kasım 2009 Pazartesi

7 YAŞAM
















Yine izin dönemimde izlediğim ancak yazabildiğim filmlerden biri daha…

Will Smith’i çok sevdiğim için saçma sapan filmlerini bile izlerim. Ama bu film onlardan değil.

Filmin ilk sahnesi devamını anlamak açısından çok önem taşıyor, kaçırmamak lazım.

Hayatında yapmış olduğu bir hata ile yitirdiklerine karşılık kendisinin ödeyeceği bedeli nasıl adım adım hazırladığını izlemek çok etkileyici.

Ağır bir dil ile anlatılmasına, yer yer amacının ne olduğunun anlaşılmasının güçlüğüne rağmen sıkıcı olmayan, sizi içine çekiveren bir film.

Will Smith’in elindeki isim listesi ile diyalogları, peşinde olduğu iş merak uyandırarak, çok güzel bir kurgu ile anlatılmış. Filmin başında kahramanın yaptığı işi, neden bunları yaptığı kafanızı karıştırıyormuş gibi görünse de bütününe çok güzel bağlanmış.

Havaların soğuması ile hareketlenen film sezonunda evde film keyfi için listeye alınabilecek etkileyici bir film.

Keyifli seyirler…


BEYOĞLU ÇİKOLATASI





Küçük bir büfe düşünün her yanı bütün bütün bademli, fıstıklı ve fındıklı çikolata paketleri ile dolu ama her yanı...

Baktığınız her yerde boy boy çikolata paketleri var.

Rüya gibi değil mi?

Bence de öyle ama var böyle bir yer :)

İstiklal Caddesindeki Beyoğlu Çikolatası satan küçük dükkândan bahsediyorum.28 Ekim Çarşamba gününün yarım gün tatil olmasından faydalanarak attım kendimi İstiklale ve yağmurda yürüme keyfimi bu muhteşem çikolatalardan alarak biraz daha arttırdım :)

İlk kez üniversiteye başladığımda görmüş, ağzı sulanmış ama “sokaktan bilmediğin yerlerden bir şey yememelisin” ilkesi ile büyütülmüş ben, cesaret edip de alamamıştım buradan çikolata.

Okuldaki yıllarım ilerleyip de yasakları bir bir deldiğim dönemlerin birinde bir arkadaşım bu cesaretsizliğime gülmüş ve bir tane alıp yememi sağlamıştı sağolsun :)

Sonra o çikolatacının aslında çok ünlü olduğunu ve çikolatalarının çok özel olduğunu öğrenmiştim(Cehaletim bu müthiş tanışmanın gecikmesine neden olmuştu anlayacağınız ).

Daha sonra kim tutar beni! Sürekli alır oldum oradan çikolatamı. Çok zarif ve klasikleşmiş bir poşet ile de paketleyip size verirler hemen siparişinizi. Ben açgözlülükten her zaman büyüklerinden eve götürmek için paketletirken, kendime de hemen yemek üzere küçüklerinden alırım :)

Yolunuz İstiklale düşerse cadde üzerinde köşedeki küçük dükkândan alın ve yiyin kütür kütür çikolatanızı.

Benim favorim fındıklı olanı, siz de tadın ve kendi favorinizi bulun.

Afiyet olsun

28 Ekim 2009 Çarşamba

29 EKİM
























Cumhuriyet Bayramımız kutlu,


Cumhuriyetimiz sürekli olsun...

27 Ekim 2009 Salı

AĞLATMIŞIZ AMA BİZ BRUCE ABİYİ !!!























Oldu mu şimdi? Yakıştı mı bize bu?

Haberi gözlerim yaşlar içinde okudum, içim sızlayıp, yüreğim parça pinçik oldu.

Abimiz, zaten açlık sınırında yaşadığı hayatında ilk kez Reina’ya gidiyor ve biz onun yiyebileceği türden bir tek şey bulunduramıyoruz koskoca Reiana’da.

Cık… Cık… Cık…

Hani nerde bizim o ünlü misafirperverliğimiz?

Nerde dillere destan mutfağımız?

Nerde o bizim dünya mutfaklarının nerdeyse tüm örneklerinin ülkemizde de var olduğu ile övünmelerimiz?

Sorarım, nerde?

Adamcağızı ağlatmışız yaaaw yiyeceksizlikten :( Bak şimdi ben de yine gözyaşlarıma boğuluyorum. Düşündükçe tutamıyorum kendimi…

Haberin detayları için buraya bir tık yeterli.

Birileri insaniyet namına bana bu haber yanlış desin de ben de içimden atayım bu sızıyı…



26 Ekim 2009 Pazartesi

ÖĞRENDİM Kİ…

Beşamel sos yaparken un ve yağı kavurma işlemini takip eden yavaş yavaş süt ekleme aşamalarını unutup, muhallebi yapar gibi tüm malzemelerini birden koysanız bile sonuç çok da kötü olmuyormuş…


Ne uğraşıyorsun, hazırını al diyen arkadaşıma” aaaa ama ben çok güzel beşamel sos yaparım, hazırlarına ihtiyacım yok” diye aşçılar diyarından sahip olduğum genlerime güvenerek böbürlendiğim zamanları hatırladım.


Ama devreler karışınca bir anda ne genleriniz, ne el beceriniz sizi kurtaramıyormuş…


Neyse sonuçta kimse zehirlenmedi :)

23 Ekim 2009 Cuma

SICAĞI SICAĞINA NANE ŞEKERİNİZ 4D DENEYİMİNİ PAYLAŞIYOOOOR!!!...

Öğlen arkadaşların ısrarı ile Cevahir Atlantis Eğlence Merkezinde 4D Space Coster deneyimine evet dedim.

Böyle şeylere pek alışkın olmayan ben ,korkak, tırsak ve salak bir şekilde girdim salona :)
Salon yanlış saymadıysam 12 kişilik. Çok dar bir alan değil ( kapalı yerden hoşlanmayanlar tedirgin olmasın:)), koltukların arkasını perde ile kapatıyorlar ve oluyor size bir sinema salonu.

Koltuklarınıza yerleştikten sonra kemerlerinizi takıyorsunuz (takılı olup olmadığını görevli gelip kontrole diyor ) .

Gözlüklerinizi de taktıktan sonraaaa…

Veeeee ta taam :) İşte gösteri başlıyoooor :)
Çok eğlenceli, gerçekten kendinizi o rayların üzerinde gidiyormuş gibi hissediyorsunuz.

Korkudan bağırırım sanmıştım ama eğlenceden bağırdım :)

6 dakika sürüyor. Bittiğinde ilk söylediğim bir dahaaaaa oldu :)

Bizim girdiğimiz space coster arkadaşımın dediğine göre en eğlenceli olanıymış. Diğerleri bir maden ocağı ve çizgi film kahramanlı bişeydi. Biz onlara girmedik. Ben ilk etapta biraz tedirgin olduğum için bu çizgi film kahramanlı olana mı gitsek dedim ama seçimimiz süperdi :)

Giriş 8 TL.

Ha bir de içeride kamera var sizin içerideki görüntülerinizi dışarıda sırasını bekleyenlere izletiyor :)

Denemeye değer :)


ŞEYTANA KARŞI



Son zamanlarda izlediğim en çarpıcı filmlerden biri.
Hiç yerimden kalmadan, nerdeyse tek bir solukta izledim.
Filmin kahramanı Erik, lisede okuyan kavgaya eğilimli problemli bir çocuktur. Evde de üvey babasının sudan sebeplerle şiddet uygulamasına maruz kalırken annesi bu duruma karşı çıkamamaktadır.
Böyle sağlıksız bir ortamda yaşayan Erik, okulunda öldüresiye dövdüğü bir arkadaşı nedeniyle okuldan atılır. Annesi, Erik’i zorluklarla yeni bir yatılı okula gönderir evden uzaklaştırabilmek için ve Erik’ten yeni okulunu bitirmesi için söz alır.
Yeni okul ilk etapta çok güzel görünmektedir. Ama her şeyin göründüğü gibi olmadığı kısa sürede ortaya çıkar. Çünkü okulda üst sınıfların oluşturduğu ağır bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşik kurallara uymayanlar insanlık dışı uygulamalar ve dayak ile cezalandırılmaktadır. Buradaki hiyerarşi öylesine güçlü ki bu duruma okul yönetimi ve öğretmenler bile boyun eğmiş, göz yummuşlardır.
Okulda ayrıca ırkçılık da bulunmaktadır. Erik, annesine verdiği söz nedeni ile başını belaya sokmamaya, pes etmemeye çalışır, derslerine odaklanır ama okuldaki uygulamalar dayanılır gibi olmayınca o da kendi yöntemleri ile savaşmaya karar verir.
Muhteşem bir film, çok etkileyici…
Filmde geçen bir diyalog çok hoşuma gitmişti.”Böyle insanlarla dövüşmeden de mücadele etmenin bir yolu olmalı” diyordu Erik oda arkadaşına. Ve işin güzel yanı kendisi bu yolu son derece zekice davranarak bulabiliyor.
Bulup, buluşturup bu filmi izleyin derim :)
Keyifli seyirler…

22 Ekim 2009 Perşembe

TURKUAZOO AÇILMIIIIIŞ :)





Eğer benim gibi bu açılışı dört gözle bekleyenlerdenseniz müjdeli haberi az önce hürriyette okudum :)


Dev tatlısu ve tuzlusu akvaryumlarından oluşan ve 8000 m2 lik bir alana yayılan Turkuazoo Bayrampaşa'da açılmış.


Gazete haberinde okuduğuma göre giriş ücreti tam 25TL , öğrenci ve 65 yaş üstü 18 TL imiş.0-3 yaş bebişler de ücretsiz.


En kısa zamanda gidip, gezip mekanı bir de uzman gözüyle değerlendirerek yorumlarımı yazmayı düşünüyorum :)

Nane Şekeri'nizi okumaya devam edin :)

20 Ekim 2009 Salı

HOŞÇA KAL LENİN





Bu filmi izleyeli çook uzun zaman oldu ama yazma zamanı şimdi geldi.

Leylak Dalı, blogunda bahsettiğinde gördüm ilk olarak ve çok merak etmiştim. Birkaç gün sonra bir arkadaşım bu filmi seveceğini düşünüyorum, izle diye getirdiğinde hem çok şaşırdım ( bu secret var mı cidden? Filmi görmek istedim ve hiç beklemediğim bir yerden ve beklemediğim bir anda bana ulaşıverdi :) ) hem de merakla hemen izledim.

Berlin duvarının yıkılarak yeni yaşam şeklinin insanların hayatlarına nasıl işlediği, hayatlarını nasıl değiştirdiği çok güzel işlenmiş.

Üstelik tüm bu değişimleri kahramanımız Alex’in, eski düzene (sosyalizm ) sıkı sıkıya bağlı olan ve komadan yeni çıkan, hiçbir heyecanı kaldıramayacak annesine yansıtmamak için evin içinde eski Doğu Almanya’yı yaşatma uğraşları, arkadaşı ile hazırladığı televizyon programları, annesinin en sevdiği turşu markasını bulma çabaları cidden görülmeye değer.

Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri ise Lenin Heykeli’nin taşınması. İzlemeyenler için burada çok detaya girmek istemiyorum bu sahne ile ilgili olarak…

Fırsat bulduğunuzda izlemeye şans tanıyın diyemeyeceğim, izlemek için şans yaratın diyeceğim :)

Keyifli seyirler…

ÇÖP KAMYONU KANUNU

Bugün aldığım bir mail, hemen burada sizinle de paylaşmak istedim.Yazıdaki uç örnekte ne kadar uygulanabilir bilmiyorum ama genel bakış açısının bu şekilde olması pek çok şeyin gereksiz yere bizi etkilemesinin önüne geçebilir...

Yüzünü güneşe dönen insan gölge görmez...

Kadın taksiye binmiş ve hava alanına gitmek istediğini söylemişti. Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önlerine çıktı.
Şoförü çarpmamak için sert şekilde frene bastı.

Taksi kaydı, ama diğer arabaya çarpmaktan kıl payı farkla kurtuldu. Siyah arabanın sürücüsü camdan başını çıkarıp bağırmaya ve küfretmeye başladı.
Taksi şoförü ise gayet sakin ona gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı.

Kadın bütün bu olanları şokunu yaşarken, taksi şoförünün tavrına daha da şaşırmıştı.

Sordu: "Neden böyle davrandınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastanelik edecekti."
Taksi şoförü gülümsemeye devam ederek:"Çöp Kamyonu Kanunu" dedi.

Kadın: "Çöp Kamyonu Kanunu?"diye sordu, anlamamıştı.

Şoför açıkladı:"Pek çok insan, çöp kamyonu gibidir. Her tarafta içleri çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlığı, öfkeyi ve hayal kırıklığını biriktiriyorlar. Ancak doldukça çöpleri bırakacak bir yere ihtiyaç duyuyorlar. Bu bazen ben, bazen de siz olabilirsiniz. Kişisel almayın. Sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp işyerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın."

Başarılı insanlar, çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler.

Hayat sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısa, dolayısıyla "size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için iyi temennilerde bulunun."



14 Ekim 2009 Çarşamba

WALL-E





Aslında öyle çok birikti ki, yorumlayacağım filmler ve kitaplar bugün en eğlencelisi ile başlayayım dedim.

Gezip tozmaktan ,yiyip içmekten vakit mi buluyorsun dediğinizi duyar gibiyim :) Haklısınız buradan paylaşamasam da kitap okumalarım ve film izlemelerim dolu dizgin devam ediyor :)

Wall-E 'i izne çıktığımda izledim.Gösterimdeyken gitmeyi çok istediğim ama gidemediğim bir filmdi. İznimin birkaç gününü geçirdiğim arkadaşım " ben dvd sini aldım, bizde birlikte izleyelim" dediğinde ikinci teklifi beklemeden uça uça gittim :)

Kahramanımız Wall-E eski versiyon bir robottur ve terk edilmiş dünyada tek arkadaşı olan bir böcekle yaşamaktadır.Her gün mesaisine gitmek üzere evinden çıkıp gününü çalışarak geçirdikten sonra akşam evine döner ve kendisine ilginç gelen eşyalarla doldurduğu evinde böcek arkadaşı ile geçirir zamanını.

Taaa ki bir gün bir uzay aracı gelip içinden dişi ve yepyeni bir robot çıkana kadar...

Bundan sonrasını elbette ki yazmayacağım.İzlemek size kalsın diye :)

Ama filmin ne kadar dinamik, ne kadar komik ve eğlenceli olduğunu,güzel vakit geçirmek için çok keyifli bir seçim olduğunu yazmaktan da kimseler alıkoyamaz beni :)
Havalar soğuyor açıkhava aktivitelerinin azaldığı bu günlerde bence güzel seçim olabilir.

Keyifli seyirler...

13 Ekim 2009 Salı

HERKESİN DÜZEN ANLAYIŞI FARKLI İŞTE























Diyerek kendi derleme toplama işlerime kimseleri karıştırmam. Ammaaa bazen öyle şeyler oluyor ki ben bile durumumu açıklayıcı birşey bulamıyorum.

Sevgili Gelinnciğim, blogunda askılıklardan bahsederken hatırladım. Benim de vardı böyle bir askılığım ve fonsiyonelliğine , toparlayıcılığına hep hayran kaldığım pek faideli bir eserdi.

Kullandığım dönemlerde sanırım üzerine eşya yüklemeyi biraz (!) abartmış olacağım ki ( ee tabi üzerine, pantolon, şemsiye, mont, kazak, çanta... elime ne geçerse astığım için ) birgün ders çalışırken gözümün önünde birden boylu boyunca devrilivermişti :)

Önce ne olduğunu anlayamadım .Tabiii böyle durumlarda bir kabahatli aramak adettendir.Ben de gördüm ki kabahatli , o, son olarak kendini askıya asan ,içi ders notlarımla dolu sırt çantasının ta kendisi değil miymiş? :)

Şimdi Gelinn'in blogunda görünce bir tane alsam mı acebağ diye düşünüyorum.İşime yarayabilir!
Ayaklı askılık kullanmadığım bu dönemlerde kapı arkası askılıklarımın ( nedense :)) düşmelerine çok kez şahit oluyorum.Hep o, çantaların , pantolonların yüzünden tabii :) Nasıl da gidip üst üste yığın halinde buluyorlar o askıları benim bu eşyalarım?

Anlayamadan şaşıp kalıyorum vallahi ? :D

12 Ekim 2009 Pazartesi

TARLA KUŞUYDU JULIET

Düşünün, Romeo ve Juliet birbirlerine kavuşmuşlar, evlenmişler üstelik 30 yıla da yaklaşmışlar evliliklerinde.

Evliliklerini de asi mi asi, kendilerine karşı sevgi dolu (!) bir kız çocuk ile süslemişlerdir.

Ama takdir edersiniz her evlilikte yıllara bağlı anlaşmazlıklar, pişmanlıklar yaşanabiliyor. Çiftimiz de Romeo ve Juliet olunca böyle anlarında ilişkilerine ikide bir mezarından çıkıp çıkıp gelen Shakespeare müdahale etmek zorunda kalıyor :) Eh Shakespeare’in desteği de pek bir ilginç oluyor :)

Ve böylece başlıyor ev içindeki kahkaha dolu olaylar :)

İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bu sezon gösterilmeye başlayan mizah yazarı Ephraim Kishon’un gözünden Romeo ve Juliet’in anlatıldığı oyunun dün izledim.

Olağanüstüydü!...

Romeo’yu Engin Alkan canlandırıyor. Ve her zamanki gibi muhteşem bir performans sergiliyor. Zaten herhangi bir işte küçük bile olsa Engin Alkan’ın imzasını görürsem hiç sorgulamadan, tereddüt etmeden o oyunu izler, Engin Alkan’ın seslendirmelerine bayılırım.

Engin Alkan, oyunda harikalar yaratırken bu konuda hiç de yalnız değil. Sevgili Juliet’i ( Özlem Türkad ) , Shakespeare ( Çağlar Çorumlu) ve sevgili kızı Lukretia ( Murat Bavli) da kendisine aynı başarı ile eşlik ediyorlar bütün oyun boyunca.

Oyunda kimse kimsenin önüne geçmiyor, hiç kimse diğerinin performansı altında ezilmiyor, geride kalmıyor. Müzikleriyle ve temposuyla sizi sıkmayan, zamanın nasıl geçtiğini size unutturan çok çok güzel bir oyun.

Bu yılın tiyatro sezonunu işinin hakkını fazlasıyla veren bir oyun ile açtım. Genellikle beğenilerin değişkenliği ve çeşitliliğini düşünerek çok da gidin, görün, yiyin, için ifadelerini kullanmam biliyorsunuz. Ama bu oyun kaçırılmaması gereken, takipte olunması ve yakaladığınızda da izlemeye koşa koşa gitmeniz gereken bir oyun :)

Oyun hakkında detaylı bilgi için buraya bir tık yeterli.

Keyifli seyirler…

9 Ekim 2009 Cuma

ANTAKYA GEZİSİ 5














KÜNCÜLÜ KÜNCÜLÜ, RAMAZANIN GÜLÜ…

Küncülü, ramazanda tahin ve susamdan yapılan kıtır kıtır bir tatlı. Küncülü, susam demekmiş.

Antakya’nın Uzun Çarşı’sı meşhurdur, görmeden gelmeyin tavsiyeleri ile çarşının yerini sora sora bulduk ama bayramın ilk günü olması nedeniyle nerdeyse bütün çarşı kapalıydı. Açık olarak bulabildiğimiz çok az dükkândan birinde de bu tatlıyı görünce hemen yedim, görüntüledim ve satın alarak eve de getirdim :)

Mersin’de yediğim kerebiçden burada da tattım. Buradaki fıstıklı değil, cevizli olarak yapılmıştı ve bu şekli de çok çok güzeldi.


BİR SALÇA MACERASI

Bayram nedeniyle Uzun Çarşı’yı kapalı bulunca “Antakya’dan biber salçası ve nar ekşisi almadan dönmeyin” diye bize söylenen ve yapılması gerekenler listemize yapamadıklarımız olarak eklenecek salça ve nar ekşisi peşinde koşmamız bizi ilginç bir de durumla karşılaştırdı.

Eli boş döneceğimizi düşünürken bir arkadaşın açık bir mağazada çanta bakarken mağaza çalışanının evde salça üretip sattığını öğrenip çantacıda salçacı bularak başladı maceramız :)

“Bizim eve buyurun” diyerek amcamız aldı bizi götürdü evine. Tuhaf bir durumdu. Bir grup salça alıcısı olarak biz, yabancı bir şehirde hiç tanımadığı insanların evine konuk olduk :) Salçalarımız hazırlanırken, komşularının da nar ekşisi sattıklarını öğrenip nar ekşilerimizi sipariş ettik. Bu arada bayram sohbeti, evlerimizle telefon bağlantıları yaptık ne kadar salça, ne kadar nar ekşisi alalım diye :)

Önce çekingen bir şekilde kapıda başlayan diyaloğumuz evde akraba ziyaretine dönüştü. Evde yapılmış muhteşem içli köfte ( Arapçası orukmuş. Oruk da diyorlarmış ), kurabiye, ayran, çikolata ikramlarının hiçbirini reddetmeden siparişlerimizi bekledik :)

Sonunda elimizde salçalar, şişe şişe nar ekşileri ile birlikte akşam yemeğimizi, daha doğrusu meşhuuur mezeleri tatmak üzere Harbiye’ye doğru çıktık yola.

Harbiye için çok fazla bir şey yazamayacağım. Gidişimizde havanın kararmış olması, şiddetli yağmura yakalanmamız ve elektriklerin de kesilmesi ile sadece yediklerimize odaklandık.

Benzer yemekleri gün içinde yediğimiz için burada yediklerimizi kanıksayarak tattık ama her birimiz muhteşem künefeye bayıldık :)ben künefeyi aslında pek sevmem. Sıcak, peynirli kadayıf olarak tanımlar, kadayıfa haksızlık gibi görürdüm. Ammaaaa her şey yerinde bir başkaymış. Yediğimiz künefenin tadı hala damağımda :)

Yemekten sonra şiddetli yağan yağmurla birlikte konaklama yerimiz olan Mersin’e dönüş ve ertesi gün İstanbul’a dönüş ile gezimizi sonlandırdık :)

İstanbul’a varınca ne yaptık? Ballandıra ballandıra gezimizi, gördüklerimizi, yediklerimizi anlattık :)

Ben çevreme anlatmakla yetinmeyip bir de burada yazdım :)

Gidip görmek isteyenlerin de en kısa zamanda gezip görebilmeleri dileğiyle…

Keyifli gezmeler…


Foto1:Küncülü satış tezgahı

Foto2:Topluca küncülü

Foto3:Benim elimde ağzıma atmadan az önceki bir parça küncülü

8 Ekim 2009 Perşembe

ANTAKYA GEZİSİ 4



ASİ NEHRİ

Şehrin tam ortasından geçen bölümünü görebildik. Nehrin daha ihtişamlı ve güzel göründüğünü düşündüğüm Asi Vadisini ve etrafındaki köyleri de görebilmeyi çok isterdim.

Belki başka sefere…

Akıntının göründüğü yönün tam tersine akması nedeni ile Asi dendiğini öğrendim.

Daha önceki halini bilen bir arkadaşım, çektiğim resmi görünce suyunun ne kadar azalmış olduğunu söyledi.


Asi Nehri Hakkında Vikipedi'de buduğum bilgi de aşağıdaki gibidir.


Orontes olarak da adlandırılan Asi Nehri Lübnan Bekaa Vadisi'nin doğu kısmından doğar ve Türkiye Hatay ilinden Akdeniz'e dökülür. Asi Nehri'nin toplam uzunluğu 450 km olup, nehrin büyük bölümü Suriye toprakları içinde bulunmaktadır.
Antakya ile Akdeniz'e doğal su yolu bağlanmış olan Asi Nehri'nin ortalama su debisi 30 m³/sn dir.

6 Ekim 2009 Salı

ANTAKYA GEZİSİ 3






































































ANTAKYA ARKEOLOJİ ( MOZAİK ) MÜZESİ
Antakya Mozaik Müzesi görmeyi en çok istediğim yerlerden biriydi. Merak ettiğime de değdi.
Aslında şehrin merkezinde arkeoloji müzesi olarak sadece mozaik salonu bulunmuyor. Lahitler de bulunmakta ama mozaik salonları çok görkemli ve güzel.
Roma ve Bizans dönemi mozaikleri sergilenmektedir.
Flash kullanmadan ve herhangi bir ek ücret ödemeden fotoğraf çekebiliyorsunuz.
Giriş ücreti 8 TL. Müze Kart geçerli. Bayram olduğu için yine ücretsiz gezdik :)

Foto1:Geometrik dekorasyon mozayiği
Foto2:Narkisos mozayiği
Foto3:Kuşlar mozayiği
Foto4:Soteria mozayiği
Foto5:Oceanus mozayiği - İstanbul Arkeoloji müzesinde bu amcanın resmini çekicem diye az uğraşmamıştım.Yine karşıma çıktı, yine çektim :)
Foto6:Mozaik salonlarından bir görüntü
Foto7:Nehir ilahları mozaiği
Foto8:Eros ve Psyche mozayiği
Foto9:Tethys Oceanos mozayiği - Nerde Okeanos amca var , Nane Şekeri çeker hemen fotosunu :)

ANTAKYA GEZİSİ 2















SAINT PIERRE (PETER )KİLİSESİ










Hıristiyanlığın ilk kilisesi ( ya da kiliselerinden ) olduğu tahmin edilen mağara içine oyularak yapılmış, eski dönemlerde Antakya’daki Hıristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bir kilise.

Hıristiyan kelimesinin ilk olarak burada kullanıldığı düşünülmektedir.

Kilisenin girişinde taş bir sunak ile karşılaşıyorsunuz.

Zemindeki mozaikler dikkat çekicidir.

Kilisenin dağa açılan bir tüneli bulunuyor ( ben girmedim oralara ) .Bu tünelin gizlenme ve kaçmak için kullanıldığı düşünülmektedir.

Şimdilerde azalan, kayalardan sızarak toplanan suyun şifalı ve kutsal olduğuna inanılıyormuş.

Şu anda sadece müze olarak ziyaret edebiliyorsunuz. Bayram olması nedeni ile Türklere ziyaret ücretsizdi.

Giriş 8TL.Müze Kart geçerli.
Foto1: Kilisenin girinin görüntüsü
Foto2:Giriş kapısının içeriden görünüşü
Foto3:Taş sunak
Foto4:Sunağın arkası.Ya da arkasındaki koltuk mu demeliyim?Bilemedim,sadece çektim işte :)

5 Ekim 2009 Pazartesi

ANTAKYA GEZİSİ 1










Bayram tatili gezimize kısa bir Antakya molasını da eklemeyi başarabildik.

Sadece bir gün vaktimiz olması nedeni ile Antakya’da belli yerleri gezebildik. Antakya, gördüğüm kadarı ile öyle bir günde anlayabileceğiniz, görebileceğiniz, çok da fikir beyan edebileceğiniz bir yer değil. Umarım bir kez daha detaylı şekilde görebilme imkânım olur.

Şehrin, tarihi yerleri, lezzetleri ve iç içe geçmiş kültürü ile ne kadar gizemli ve güzel ise yeni şehirleşmesini de o kadar estetikten uzak buldum.

Bayramın ilk gününü Antakya’ya ayırdığımız için pek çok yerin kapalı olması ile karşılaştık. Örneğin Sultan Sofrası adında çok ünlü olduğu söylenen restoranda yemek yiyemedik. Bütün gezimizde ne kadar çok ve aralıksız yediğimizden sık sık bahsetmiştim. Sultan Sofrasında yemek yiyememenin üzerimizde nasıl travmatik bir etki yarattığını artık siz de kolaylıkla tahmin edebilirsiniz :) Ama bu bizim hızımızı kesmeye asla neden olmadı.

Sabah köy kahvaltısı yapmak üzere yolda atıştırmalık yediğimiz poğaçalarımızın etkisi azalmaya başladığından hızla kahvaltı mekânı aramaya başladık. Karkışla’da bu şekilde güzel köy kahvaltısı yapabileceğimiz yerler olduğunu öğrenerek yemekle randevumuza doğru yola çıktık. Çıktık ama yolda ne bir tabela, ne bir işaret, ne de bize umut verecek kahvaltı mekânları göremeyince arabamızda bulduğumuz Bolu’da alıp varlığını unuttuğumuz çikolata ve bisküvi stoklarımıza sarıldık hemen.

Yol, etrafta kahvaltı mekânı olduğu konusuna ciddi derecede umut kırıcıydı. Tam dönelim artık başka yerde bir şeyler ararız derken karşımıza Karaköse Çay Bahçesi diye bir yer çıktı:)

Beklediğimize değmiş ve muhteşem kahvaltımıza ulaşmıştık. İçinde rahat rahat yayılarak kahvaltımızı yapabileceğimiz küçük bir kulübede yaptılar servisimizi. Çok keyifliydi. Bahçesindeki masaları ayaklarınızı suya sokabileceğiniz küçük havuzlara yerleştirmişlerdi.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra biraz dinlenip, biraz sohbetten sonra artık tarihi yerlere gitmek üzere yeniden düştük şehir merkezine doğru yollara.

İlk durağımız olan Saint Pierre Kilisesi bilgileri için yarın burada buluşalım mı? :)
Foto1: Kahvaltı mekanımızın bahçesi.Masalar suyun içinde.
Foto 2: Semaverde çay keyfi
Foto 3: Köy kahvaltımızın bir kısmı.

2 Ekim 2009 Cuma

TÜRK KAHVESİ TERCİH EDERİM...



İtalyan misafirlerimizden birine kendim içerken ayıp olmasın diye içtiğim earl grey çaydan isteyip istemediğini sordum.

İstemem dedi.

Ben Yeşil çay içer misiniz ? dedim
İstemem dedi.
Ben sustum.

O'nun da Türk damak zevkini mi test edesi tuttu nedir? Daha çok kahveyi mi , çayı mı tercih edersiniz dedi? Bu soruyu herhangi biri sorsa çeşitli kahvelere olan düşkünlüğümü uzuuun uzun anlatırdım ama bu kez öyle yapmadım :)

Çoğunlukla çayı tercih ederim, kahve içersem de sadece Türk Kahvesi içerim dedim :)

Bilsin, biz kahvemize sahip çıkaaaar, ilk tercih olarak da onu seçeriz :)

Kendimce sahip olduklarımıza , sahip çıktım işte ...



1 Ekim 2009 Perşembe

MERSİN GEZİSİ 4
















YEDİK… İÇTİK… ÇATLAMADIK

Ama kilo aldık tabii…

Aslında bu geziyi gezip görmeden çok sürekli bir yemek yeme gezisi olarak özetlemem sanırım yanlış olmayacak.

Gezinin başında “…Ya çok yedik… Ama daha yeni yedik, bunu da yersek çok olmaz mı?” derken kısa sürede hemen duruma yüksek bir adaptasyonla yemek yeme şansımızı, yeni tatlar deneme seçeneklerimizi sorgulamadan, teeek tek gerçekleştirdik. Önümüze yemek geliyordu ve biz yiyorduk, sonra başka bir şey geliyordu onu da yiyorduk, sonra bir başkası şeklinde sabahın erken saatlerinde başlayan yemek serüvenimiz gecenin geeeç saatlerine değin sürüyordu. Biz bu durumu çabuk kabullendik :)

Neler yedik? Neleri denedik? Şimdi sıralamaya başlıyorum :)

Tantuni

Eh Mersine gitmişken yemeden olmaz diyerek ilk yemek düzeni bozumlarımıza tantuni ile başladık.

İstanbul’da 1-2 kez yemiştim ve pek sevmemiştim. Ama kaynağında yiyince işin rengi değişiyormuş. Olağanüstü bir şey :)Şimdi yine İstanbul’da yemiyorum o kadar güzel değil diye :)

Tantunimizi “açık” olarak tanımladıkları dürüm şekli ile yedik. Lüp lüp ağza atılması da çok kolay oluyor :) Daha az yağlı isterseniz biftek istiyoruz deyin dediler bilenler. Biz de öyle dedik o şekli ile de yedik. Üzerine limon sıkın böyle yenir dediler üzerine limon da sıkıp yedik bol bol, gündüz gece. :) Limonlu şeklini ben pek sevmedim.

Sıkma Börek

Sıkma böreğin resmini çekmeyi unuttuğumu yedikten sonra fark ettim :( Burada görüntüleyemeyeceğim.

Peynirli, dürüm şeklinde gözleme olarak tanımlayabilir, yine çok lezzetli olduğunu söyleyebilirim.

Kerebiç

Bu bir çeşit tatlı. İrmikli bir hamuru içli köfte gibi şekillendirip içine fıstık ya da ceviz koyarak hazırlıyorlar. Tatlının en ilginç yanı kreması. Çöven kökünün kaynatılarak elde edilen sıvının krema haline gelene kadar çırpılıp fazla bol şeker ile krema haline getirilerek yapılıyormuş. Kerebiç tatlısını bu köpük gibi kremaya batırarak yiyorsunuz.

Çok fazla tatlı, kreması hafif buruk bir tada sahip. Önce 1–2 lokma tadına bakılıp beğenilirse 1 porsiyon söylemenizi tavsiye edeceğim.

Ben çok çok beğendim.

Cezerye

Bunu sanırım hemen herkes biliyordur. Havuçlu lokumlar diyordum ben ama burada döner gibi yaprak yaprak kesilerek satıldığını gördüm. Bu şekli de çok güzel. Hep dikdörtgen prizma şekline alışık olunca böylesi değişik geldi.

Gittiğinizde mutlaka almanızı önereceğim. Ben oldum olası çok severim, objektif bir yorum getiremeyeceğim.

Dondurmacı Halil’den aldık. En meşhuru o dediler. Pişman da olmadık. Cezeryemizi alırken dondurma yemeyi de ihmal etmeyerek yeme içme yüklemelerimize son hız devam ettik :)

Şalgam Suyu

Küçükken, dolapta görüp, meyve suyu sandıktan sonra birden içerek hiç beklemediğim bir tatla karşılaştıktan sonra nefret ettiğim, bir daha da sevemediğim içecek.

Mersinden almadan dönemeyin dediler. Bunu pek seven ev halkıma hediye olarak aldım ve getirdim. Sevenler harika bir şey olduğunu söylediler. Kendim test etmedim.

Ciğerci

Ciğercileri çok ünlüymüş ciğer yemeden dönmeyelim düşüncesi ile bir de ciğerciye daldık. Ama ben ciğerden de nefret ettiğim için yemedim. Yiyenler beğendiler. Daha çok gecenin bir vakti ciğer yemek tuhaf geldi :)

Kahvaltı

Dönüş yapacağımız günün sabahı sahilde kahvaltı yapmaya karar vererek yine mutlaka gitmemiz için Jasmin Cafe’yi önerdiler. Biz de gittik bol bol olan açık büfeden bool bol faidelendik :)
Foto 1: Mersin sahil görüntü
Foto 2: Açık tantuni
Foto 3: Tantuniyi limonlama aşaması
Foto 4 : Kerebiç
Foto 5 : Kerebiç içi açılmış şekilde